29 Aralık 2007 Cumartesi

Bu albüme not veriyorum: 7.8

Malum olduğu üzere çeşitli müzik bilgi kaynaklarında (erkek gibi itiraf edeyim; hedefimdeki kaynak pitchforkmedia) albüm tanıtımlarında dikkatimi(zi?) çeken bir nokta var. Albüm notlandırma/derecelendirme/rating/herneyse! Bu konu başlı başına ciddi bir sorun olmasına karşın 5 yıldız üzerinden verilen notlar (kesir değil tamsayı olacak) bir yere kadar mantıklı olmakla birlikte 5/10 üzerinden verilen kesirli yada 100 üzerinden küsüratlı notlar bende baya bir cansıkıcı hava yaratıyor. Bu noktada ister istemez, "Sevgili Romalılar" diye seslenip, "bir albümün değerlendirmesinde 7.8 ile 7.7 arasındaki o farkı(?) anlayabilecek derecede ne kadar da yüce insanlarsınız" demek istiyorum.

Aslında bu noktada kafama takılan soru şu: Albüm eleştirmeninin görevi ve sınırları nelerdir?
  • Albümdeki şarkılardan bahsetmek (enstrüman zenginliği, vokal tekniği, harmoni...)?
  • Albüm bütünlüğü ve sürükleyiciliğinden bahsetmek?
  • İçeriği ve içeriğin sunuluşunu eleştirmek?
  • Dinleyiciye albümü dinlemesi/alması konusunda bilgi vermek?

Gayet tabii ki bu maddeler çoğaltılabilir ve çeşitlenebilir. Fakat tüm bunları özetleme çabası ile nümerik bir ifade kullanmak ne kadar pragmatiktir? Kolaya kaçıp çok iyi, iyi, orta, meraklısına, kötü gibi ifadeler kullanmak daha uygun değil mi? Albüm hakkında daha ikna edici bir yaklaşım sunmuyor mu? 7.8 ile 8.1 not almış iki albüm arasından seçimi neye göre yapacağım? Hali hazırda klasikleşmiş albümlere 10.0 vermek iyi güzel de yeni çıkan ve klasik olmaya aday bir albüme not verilirken neden acımasızca davranılıyor. Bir albüme kötü not vermek iyi bir eleştirmen havası mı yaratmaktadır, yada bonkör davranıp çok not vermek?

Bir diğer konu da başıma patlar korkusuyla not vermekten çekinmek. Mesela; aramızda kaçımız bir Seren Alpsan olabiliriz de böyle bir rahatlıkla hareket edebiliriz? O kadar bilgili ve ilgilimiyiz. Birşeylerin hırsızıyız da çaktırmıyor muyuz? Elbetteki albüm eleştirmeni illa not vermek zorunda demiyorum. Bir albüm tanıtımında/eleştirisinde okumak istediğim; tamamıyla albümün içeriği, varsa önceki albümlerle bağlantısı/farkı, sahibinin kariyerindeki olası yeri vb bilgilerdir. Fakat albümü anlatma görevini üstlenen(?) eleştirmen, işinin verdiği zorunluluk gereği albümü anlatırken otobiyografik öğelerden uzak kalamıyor; sabah süt alırken yaşadığı olayın üzerine bilmem ne olmuş da, albüm hayatını değiştirmiş de, hayatının o anına soundtrack olmuş da vs. vs. vs. Hikaye yazma işini Orhan Pamuk'a bırakalım o yapsın. Belki de dünyanın en fazla öznel olan şeylerinden biri olan müzik zevki konusunda bu kadar kasmak neden? Neden bu kadar bunun esiri oluyorum/oluyoruz? Eski Stüdyo İmge dergilerinde, Seren Alpsan'ın Cool'unda, Rock Dergisinin bazı sayılarında ve nihayetinde Roll'da gördüğümüz o bir çok güzel yazıları neden daha sık göremiyoruz? İnternetle birlikte muazzam kaynaklara erişelebilmesiyle orospu olan bilgi artık kimsenin tekelinde değil, bunu gayet iyi anlamış durumdayım fakat bilginin sunumunda farklılık/özgünlük aramak ve bunu talep etmek gerekmiyor mu? Tüm bu soruların cevabı az sonra diyemiyorum, zira beyhude bir meşgale gibi görünüyor. Düşünüyorum, öyleyse depresyondayım!

Bu yazıya 10 üzerinden 3.7 veriyorum.

Etiketler: ,

27 Aralık 2007 Perşembe

Uykusuzluk mu dediniz ?

Malum kalender mecmuamızda bir Alman korkusudur gidiyor. Bu konuya el atmadan olmayacak. Nazilerin ideolojisine Nietzsche gibi kurban gitmekten kurtulamayan ( yahut bu ideolojiye çanak tutan mı demeli ? ) Wagner 'den bir 100 küsür sene öncelere gideceğiz ( dikkat! De Lorean akı kapasitörü çalışır durumda ..)

Doğru okudunuz..Sizlere 2007 yılının en iyilerinden yahut 2008 i sarsacak isimlerden bahsetmeyeceğim..Zira umrumda değiller! ( yine de arada bir onlardan bahsetmeyeceğim anlamına gelmiyor , canım isterse onlardan da bahsedebilirim )

1740'lar : Goldberg Varyasyonları yahut Kont Kaiserling'in Uykusuzluk Sorunsalı

Rivayet odur ki Johann Sebastian Bach bu eseri Rusya'nın Saksonya elçisi Kont Kaiserling in uykusuzluğuna derman olmak için sipariş üzerine bestelemiştir. Sanat sanat içindir çığlıkları kulağımda yankılanirken bir ek bilgi de Johann Gottlieb Goldberg Kont Kaiserling'in evinde ikamet edip , uykusuz gecelerinde bir tutam uyku bulması için geceler boyu klavsen çalarak mesai yapan bir arkadaştan başkası değildir.. Bach eseri besteler Goldberg de çalar.. Bu hikayenin sonu mutlu mu bitmiş bilinmez , lakin bilinen Goldberg Varyasyonlarının 1955 deki kaydının Glenn Gould'un ses getiren ilk yorumu olduğudur.. Yine Glenn Gould'un 1981'deki ikinci kaydına dek de eserin varolan en etkleyici yorumu olarak kalacaktır..

Peki Glenn Gould Niçin Yeniden Kaydetmişti ?







İşte bu 30 varyasyon açılış ve kapanış aryaları da dahil dinlemeye doyulmasa da aralarından ikisi gönül teline dokunur , dokunur da bırakmaz.. Bunlar kanımca 21 ve 25. varyasyonlardır ..21. varyasyon hakkında pek bir şey söyleyen olmasa da 25.cisi Wanda Landowska'ya göre " siyah inci" dir.. Siyahtır çünkü hüzünlüdür sevgili okuyucu.. Bir de güzel , ince'dir .. İnci'dir..Ama yetim kalan 21. varyasyon da aynı sözcüklerle tanımlanmalıdır ..

Son söz olarak iki varyasyon da dikkatli dinlenirse Brandenburg Konçertosu'yla son uykusuna dalan Nick Drake in incelikli hüznü bile bulunur...

1955'deki kayıt :

Glenn Gould - Variatio 21. Canone alla Settima. a 1 Clav.
Glenn Gould - Variatio 25. a 2 Clav.

1981'deki kayıt :

Glenn Gould - Variatio 21. Canone alla Settima. a 1 Clav.
Glenn Gould - Variatio 25. a 2 Clav.

Etiketler: , , ,

22 Aralık 2007 Cumartesi

+müzik

Kolaya kaçıp girişimi bana atılan topu tutaraktan yapıyorum. Ben Freischwimmer'i beğendim, evet. Hatta bunu yazarken de bile, Güneş'e "ama bence güzeldi film" dediğim zaman hafif tedirgin ve ürkek "hıııı?" diyişi canlanıyo gözümde. Ama yok, kimseye "al sana ders olsun benim de kulaklarım az duyuyo zaten ne var yani biraz da sen ezil" diyerek gırtlağına ekler tıkıcak değilim. Filmle ilgili gerekli bilgiler zaten verilmiş, şuna değineyim ben, o çılgın müzik öğretmeninin debussy yorumu ve bikaç koro çalışması sahnesi dışında, filmde müzik hiç yoktu neredeyse. Burdan aklım Dogma filmlerine gitti benim (bu akımdan hazzetmediğim için sürekli yericeğimi bile bile yazmaya koyulucam şimdi). Hani malum manifestoda bir maddede der ki filmlerde müzik kullanmamalı. Bu manifestoyu ortaya atan düdük Trier'e göre her şey doğal olmalı, ışık doğal ışık, filtre yok, o yok bu yok, dış ses olarak ortam sesinin dışında ayrıca hiç bir ses, enstrüman ya da müzik yok. Zoraki izlediğim birkaç Dogma filminden sahneler canlanıyo gözümde. Aklıma ilk gelenler sürekli seyircinin gözüne gözüne sokulan devamlılık hataları (ki Dogma'ya gör e bu hata değil, önemsenmemesi gerekilen bir durumdur), dış çekimlerde kamera arkasında boom tutan garibanın kendisi ve koca boom'uyla beraber kadraja girip çıkıvermesi falan filan... Sonrasında, müzik nasıl değiştiriyomuş filmi/sahneyi hakkaten gerekli miymiş de ben bu kadar çemkirmişim, muhakemesini yapabilmek için müziğiyle hatırladığım görüntüleri geçiriyorum kafamdan. İlk aklıma gelenler;


Permanent Vacation'da baş karakterimiz Allie'nin, pikabında tıngırdattığı Earl Bostic kaydı eşliğinde dans edişi.
Arizona Dream denilen rüya gibi filmdeki intihar sahnesinde, fonda (yeah henri fonda) çalan Goran Bregoviç - Death parçası.
Vozvrashcheniye'nin sonunda cast akarken çalan ve ara tara bir türlü bulamadığım parça. (söylemezsem olmaz, bu filmde duyulan bütün müzikler harikadır)


Şimdi doğallık bunlarla bozuldu mu? Bozuldu bozulmadı orası başka bir konu, ama şu var, seyirciye duyguyu geçirmede kullanılan en etkili yöntem kabul edilen müzik, buralarda devreye girdi ve sahneyi beynimize kendisiyle birlikte kazıdı. Kötü mü oldu, hayır. Olmazsa olmaz mıydı? Bence ona da hayır.

Bir de zaten konusuyla müziği bütünleştirmiş olanlar var, tadından yenmeyenler; Nick Hornby'nin aynı adlı romanından uyarlama High Fidelity ve Türkçe'ye "Dostlar Arasında" olarak çevrilen Mutual Appreciation. Her iki filmde de baş karekterlerin derdi müzikle uğraşmak, bi şekilde bunun ucundan tutabilmek. Karman çorman bir yazı eşliğinde çaktırmadan beğendiğim filmleri de sıralamış olayım zorlama müzik ilintilemelerimle...

Son olarak, bir de bunların Theme'leriyle ya da içinde çalan herhangi bir parçayla artık özdeşleşmiş olanları da mevcut şüphesiz. Zilyon tane de sayılabilir burda şimdi. Bir örnek vereyim hemen, daha geçen gün Emre'yle yaptığımız Easy Rider muhabbetinde adını zikrettiğimiz 'Born to be Wild' bunlara bir örnek işte... Ama Emre sadece o şarkısını değil de filmde geçen bütün şarkıları zaten biliyomuş filmi daha izlememiş olmasına rağmen :p bu da gerekli/gereksiz bir bilgi olarak kalsın burda ...

Etiketler: , , , , , , , , , , ,

21 Aralık 2007 Cuma

çifte yazı

Last fm hesabımda top artists overall listemde şu an itibariyle ilk iki sıraya yerleşmiş Beach House’un da Damon ve Naomi’nin de birer çift olmaları bir tesadüf mü? Üstelik yaptıkları müzik de ne kadar birbirine benziyor, inanmazsanız işte last fm tag’ları, bunlar beach house’un: dream pop dreamy electronic indie indie pop lo-fi pop seen live. Bunlar da damon’la naomi’ninkiler: alternative dream pop folk indie indie pop pop seen live shoegaze . “Bu aralar en çok ne tür müzik dinliyorsun?” diye soran olursa kapı gibi cevabım var: “Bu aralar en çok dreamy indie pop yapan çiftleri dinliyorum.”

Çift etiketini çifter çifter yapıştırıyorum gerçi ama (Damon’la Naomi’nin her anlamda çift olduğunu biliyorum da) Beach House’dan emin değilim. Sarmaş dolaş, öpüşen falan bir fotoğraflarına rastlamadım ve sayısal değer ifade eden değil de öbür çift etiketini yapıştırma konusunda ihtiyatlı davranıyorum. Zira geçenlerde Fiery Furnaces isimli gene bir kadından ve de bir erkekten müteşekkil grubun fotoğrafını görüp de “Ne de birbirlerine benziyorlar, pek yakışmışlar” diye içimden geçirmiştim ama çok geçmeden ‘Hayır dur! Onlar kardeş’ bilgisine eriştim.

Bu arada Beach House, Beach House diyip durduklarım işte bunlar:
























Cinsel ayrımcı bir üslupla grubu takdim edeyim: soldaki saçı saçına karışmış zibidinin adı Alex Scally, sağdaki su perisinin adı ise Victoria Legrand . Victoria Legrand, Michel Legrand'ın yeğeniymiş. Michel Legrand neci diye sorarsanız last fm tag'leri der; benim aklıma ilk gelense Godard'ın Band a Part'ında o müthiş dans sahnesindeki müthiş müziğin ona ait oluşudur.

Last fm’de top artists overall listemin bir numarasındaki grubun müziğine dair yorumda bulunmak müzik eleştirmenliği etiğine ters düşeceği için methiye düzmeye hiç başlamıyorum ve grubun iki albümü olduğu ve “Peki hangisi daha güzel?” sorusuna şahsen öyle kolay kolay cevap veremeyeceğim bilgileriyle bu bahsi kapıyorum. ( ‘Lastfm den tag’leri kopyala, listemde şimdi ilk sırada bahanesiyle müziklerine dair bir çift kelam etmeye zahmet etme, hangi albümleri güzel diye sorsalar cevap vereme, seninki de iş’ diye serzenişte bulunanınız yoktur herhalde çünkü anlamışsınızdır zaten, amacım sırasıyla şöyle: ukala eleştirmen ayakları yapıp da Beach House’un müziğine etiket yapıştırma zevzekliğine girişmek yerine grubun dinleyici kitlesinin etiket yapıştırma çabasından muhabir edasıyla bir demet sunmak, beğendiğim gruba dair bir gizem yaratıp sizde ‘neyin nesiymiş bu Beach House’ merakı uyandırmak ve albümleri arasında kalite açısından pek fark olmadığını belirtmek. )

Hazır çiftlerden bahsediyorken geçenlerde Bant dergisinin organizasyonu olan Damon ve Naomi konserini de anmak istiyorum. Ayrı bir yazı yazmak yerine bu yazının sonuna iliştiriyorum ki baragan da kafayı çiftlerle bozmuş demesinler; gerçi bunun için geç kaldım sanırım.
















Damon ve Naomi’nin bu ülkemize ikinci teşrifleriydi. İlk konsere gidememenin üzüntüsünü daha üzerimden atamamıştım bile.
Konser mekanı Arka Oda, küçüklüğüne, akustik uygunsuzluğuna ve karşı diye tabir edilen tarafın Kadıköy diye tabir edilen antipatik muhitinde konumlanışına rağmen bende olumlu hisler uyandırmayı başardı. Banyo kadar yere tıkışıp da müzik dinlemeye çalışmanın doğurduğu samimi atmosferden bahsediyorum. Bu mekanda daha önce Tara Jane O’neil konserini izlemiştim ve iki konser de hoş anılar olarak kişisel tarihimdeki yerlerini aldılar.

‘İyi hoş da lastfm ne ,tag ne demek?’ diyen ve bu satıra kadar gelen var mı, merak ediyorum.

Etiketler: , , , , , , , , ,

ich gehen ins kino und konsert gegangen

Buraya müzikle ilgili bir şey yazmam bekleniyor sanırsam, yazacağım yazı da çok alakasız bir içeriğe sahip değil zaten. Amma velakin konuya alakasız bir yerden girip müzikle bağlayacağım. Dün –19 aralık- bütün bir gün Alman korkusuyla gezdik. Evet. Öyle böyle değil; görmeyen gözlerle geçirdiğim (eyes under water) 110 dakikanın ertesinde gece eve geldiğimde Martin Wegner’in gözlüksüz halinin Wagner’e benzediğini, sonrasında dehşet içinde Wagner’in de Alman olduğunu, Badehane’deki garsonun patatizi masaya koymaya çalışırken aufwiedersehen dediğini, akşam Piano Magic konserinde Sinem’in uyarısıyla fark ettiğim bas gitaristin kolundaki aynstürzende noybağten logosu, her şey, evet her şey tek bir komplo teorisine işaret ediyordu: Baran ikinci filmini çekebilmek için nokya yarışmasını kazanabilecek mi? Tüm soruların ve cevapların odaklandığı bu çetrefilli noktada, fonda (henry fonda?) erkin koray’dan arap saçı çalarken, bu Alman korkusunu üzerimden nasıl atacağımı düşünüyordum.
Efendimin a’sı, filmin orijinal adı Freischwimmer (serbest-yüzücü?), ingilizce ismi Head Under Water, türkçe ismi de Sudaki Kan. Bu ne yahu? Lost in Translation eplikeyşını yüklenmiş gibiy. Bundan sonra bir filmin ismi eskimoca da olsa orijinaliyle ezberlerim arkadaş.
Şimdi, izlememiş olanlara kısaca bir özet geçmeli; sinema-tarih festivalinin sitesinde filmle ilgili şöyle bir girizgah var, “15 yaşındaki gramer okulu öğrencisi Rico Bartsch bir kaybedendir. Rico, ne kızlar ne de spor konusunda başarılıdır. Duyma yetisindeki kayıp, Rico’yu kendi özel dünyasını kurmaya itmiştir. Bir gün Rico’nun sınıf arkadaşı Robert Greiner, yediği pastadan zehirlenerek ölür. Öğretmenleri tarafından olduğu kadar Greiner tarafından da itilip kakılan Rico, sınıf arkadaşının ölümüne üzülmez. Fakat asıl hedefin Greiner değil Rico olduğu ortaya çıkınca genç Rico sınıfın ilgi odağı olur. Kim Rico’yu öldürmek istemiş olabilir?”

Burda Rico’yu tam tarif edememişler, ben görmüş birisi olarak sizinle paylaşayım. Rico bahsedildiği gibi bir kaybedendir. Ama bizim okullarda/liselerde walkman’le okul koridorlarında ordan oraya volta atıp, kızların kendisini kestiğini düşünen gençten daha vahim. Ancak öyle de biri ki, serbest yüzüşe çok meraklı. Kafka Lisesi’nde (Rico’nun okulunun ismi) herkes mayolarla geziyor zaten, 20 metreyi su altından yüzemeyen herkesi kaybeden ilan ediyorlar. O yüzden Rico da boş bulduğu her vakit çekiyor altına slip mayoyu, gece yarıları bile, okulun yüzme havuzunda alıyor soluğu. Buraya kadar her şey normal gözüküyor(?).
Sitede nasıl devam ediyorlar anlatmaya, bakalım: “Robert Greiner’in ölümünden sonra Rico Almanca öğretmeni Martin Wegner’in desteğini almaya çalışır. Rico gibi Wegner de öğrencileri ve iş arkadaşları tarafından itilip kakıldığını hissetmektedir. İki duygudaş birbirlerine tutunmuşlardır. Fakat öğretmen ve öğrenci arasında ortak olan başka bir nokta daha vardır: her ikisi de maketler yapmaktan hoşlanmaktadır. Rico için maketler hayatın kendisi gibidir ve her şekilde iyi bir maket bebek kötü bir insana yeğdir. Ne var ki Martin Wegner Rico’ya okuldaki sınıfından bir kızın gerçek boyutlarda bir maketini yapmasını önerdiğinde Rico, Wegner’in kişiliğinde yanlış birşeyler olduğunun farkına varır.”
Robert Greiner, okulun piçi; Regine diye süper dejenere bi hatun bunun sevgilisi, Rico da Regine’yi seviyor bir yandan. Rico’nun etrafta slip mayoyla gezen beden/yüzme öğretmeni de aynı zamanda annesinin sevgilisi. Rico bir yandan 20 metre yüzemediği için, bir yandan da annesini kaptırdığı için yüzme öğretmenine/annesinin sevgilisine kızgın.(rico’nun babası ölmüş)

Herneyseeeğ, Rico denildiği gibi maket yapıyor, öğretmeni Martin bunu saray gibi evinin arka bahçesinde gizli bir atölyeye götürüp ordaki maket bebekleri gösteriyor. Sonra Martin bu arkadaşa maket yapalım diyor ve Rico’nun yapmak istediği maket bebek, Regine oluyor. Şimdi Martin Rico’ya böyle bir öneriyle geldi diye, Wegner’in kişiliğinde yanlış bir şeyler olduğunun farkına varıyormuş. Ba ba ba ba. Rico’nun kişiliğinde yanlış bir şeyler olduğunun farkına varan da izleyici. Martin’e ulan ne psikopat adammış ha derken, Rico’ya söyleyecek sıfat bulamıyoruz. Çünkü Rico önüne gelene ekler yediriyor. İçine de zehir koyuyor. Eklerden tisskindik valla.
Benim filmden anladığım, insanların çok mutlu mesut hayatları varmış gibi gözükebilir ancak onlar gerçekte birbirlerine zehirli ekler yediriyor da olabilir, mesajıydı. Bu bilgi hayatta işallah işime yarar. Yine de filmi çok yermek istemiyorum, zira sinem beğenmiş :b kendisinden benim hipotezlerimi çürütecek yorumlarını bekliyorum ayriyeten..

Şimdi bunu 19 aralık akşamındaki piano magic konserine bağlamak istiyorum. Film çıkışı babilona doğru ilerledik. Konser akşamı bilet almak gibi bir gaflette bulunduk. Neyseki son biletleri alabildik. sinsi sımayli yüz ifadesiyle önlere doğru kaydık. Glen johnson’ı ben hakan kurşuna benzettim suratman. Şimdi baktım da pek benzemiyormuş. Uzun zamandan beri konsere gitmemiştim ben, en son antoniye gitmiştik sanırım. Ondan sonra ne devendrayı ne de başkasını görebildim. Devendradan başka da izlemeyi çok istediğim bir şey yoktu sanırım.. sting gelirse belki şule’yle gideriz :b

Konser sırasında yanımızda şarkı sözlerini simultane ve tane tane çeviren arkadaşlar vardı, her şarkının temasını öğrendik, şair kime seslenmiş anladık. Ya müzik hakkında söyleyecek çok bir sözüm yok açıkçası, müzik yazarı değilim ve öyleymişim gibi de davranamam. Ama etrafı gözlemledim, her nekadar gözlüğüm yanımda olmasa da görebildiğim kadarıyla.. duvardaki konvers reklamı ilgimi çekti, çetik gibi çizmişler ayakkabıları. Hiç kuul değil. Ayrıca seyirciler arasında bira dolaştıran babilon çalışanlarını özellikle kısa boylu erkeklerden seçtiklerini düşünüyorum. Hatta kolları uzun olanlardan. Kısa boylu uzun kollu erkekler.. Hnnn bizi bilmiyorum da onlar kesin maymundan geliyordur o zaman. Tek elde taşıdıkları 5-6 şişe soğuk bira üzerimizde demokles’in kılıcı gibi dolaşırken tedirginlikle izledim konseri. Aynı zamanda her konser ilgimi çeken başka bir şey var. Sevgililerin konser pozisyonları! Evet bence böyle bir şey kesin var. Kız önde, erkek arkada. Erkeğin kollar kızın ya belinde ya da boynunda birleşmiş. Böyle hani üst üste gezen sinekler var ya, bana öyle gözüküyorlar. Bunun üzerine daha çok konuşabilirim yine de kısa keseceğim ziraaa saat üç yürmi dört. Ben yatıyuru,..

Etiketler: , , , , , , , , ,

6 Aralık 2007 Perşembe

Müzik üzerine?


Bu blog bir mastürbasyon ürünüdür.


Birçok müzik blogu paylaşım iddiasıyla yola çıkmıştır ve bunu yapmaktadır. Müzik bloglarındaki kaliteyi düşüren birinci etken, bence, işte bu paylaşım düşüncesidir. Günümüzde birbirinin aynı içeriğe tonlarca müzik blogu içersinden gerçekten takip edilebilir ve özgün olan, doğru bilgilere ve kişisel yorumlara yer veren müzik blogu bulmak gerçekten zordur.

Paylaşım ile kişisel mastürbasyonlarını karıştıran müzik blogu yazarları başkalarının fikirlerini aktarmaktan öteye gidememektedir. Bu hatayı geçmiş zaman içinde hepimiz yaptık ve yapmaya da devam edeceğiz gibi görünüyor. Bunların bir çoğu da işlerini özensiz yapmalarından dolayı yazım ve dil bilgisi hatalarından bilgi kırıntılarındaki hatalara kadar bir çok hata içeren yazılarıyla okuyucuyu etkilemekten öte okuyucu tarafından "beleş" ses dosyası elde etme aracı olarak kullanılmaktadır. Farklı bir janr(?)'ı keşfeden yeni bir dinleyiciyi etkilemek kolaydır. Yeni ufuklar çizmek, farklı tadlar yaşatmak. Last.fm, Wikipedia, Allmusic.com da zaten bu tarz şeyleri fazlasıyla yerine getiriyor (epitonic.com, pitchforkmedia(?) ve belli başlı "label"ların sitelerini dahil etmiyorum bile).

Müzik dinlemek entellektüel bir uğraşı değildir!

Dolayısıyla müzik üzerine yazmak(?) da entellektüel bir uğraşı değildir. Müzik üzerine yazmak başlı başına bir müphem iken bu uğraşıyı iş edinmek saçmalığın daniskasıdır (Çeşitli müzik, popüler yaşam vb yayınlarda müzik üzerine yazanları tenzih ediyorum. Onlar lerini yapıyorlar).

Uğraşı eleştiriyi de yanında getirir. Uğraşı ilk önce sahibinin çevresi ile etkileşime girer ve ilk yorumlarını alır. Yorum emeğe saygıdan dolayı başlarda takdir olur. Ortaya çıkan sonuç gerçekten de takdir edilebilir bir sonuç da olabilir. Dikkat edilmesi gereken nokta; takdir zamanla eleştiri kabul etmez noktaya getirebilir insanı. Blog yazarlarının eleştiriye açık olması gerekmektedir. Bu kendini/blogu geliştirmekten öte okuyucuya saygıdır.

Tüm bu bıdıbıdılar zaman içinde bu blogda da olacaktır. Ama herşeyden önce bir başlangıç yaparken niyetimizi bildirmek adına bu girişi yapma ihtiyacı duyduk.

" I trust you will tell me if I am making a fool of myself"
Pavement -Fin


Etiketler: ,