28 Ekim 2008 Salı

express yourself.


ilk gittiğim konser (izlediğim değil) madonna’nınki idi. 1993 yılında girlie show turnesi maksadıyla istanbul’a da arz-ı endam eden mıdaana, muhtemelen türk insanının coşku ve eğlenceden erör üstüne erör vermesine sebep olmuş bir konserle “bu diyardan madoğna da geçti” dedirtmiştir. o akşam konserin bitimine yakın kapıları açıp isteyenin girmesine izin verilmiş ki oracıktan geçen benim sevgili ebeveynlerim de bunu fırsat bilip o terli ve kımıl kımıl güruhun içine, beni kapının orada bırakarak, dalmışlardır. o zamanlar birinci sınıfa giden terütaze bir yavrucak olan ben şu an, o, gecenin içinde endinden geçmiş o kitleyi hayal meyal hatırlıyorum. aslında hatırladığım bu konser, müziği hakkında en ufak bir fikir sahibi olmadan oldukça cüretkar bir şekilde bu sosyal olaya katılmakta mahzur görmediğim ilk konserimdi. hayatımda izlediğim ikinci konser, nükhet duru’nun taksim meydanında verdiği bir konserdi ki o da hemen hemen bu kategoriye girebilir. şimdi bana diyebilirsiniz, “behey kendini bilmez! behey konserlerde başıboş bir şekilde boy gösterip kuru karabalık yaratan! sen kimsin ki o müziğin dinleyicisinden önce o salona girme hakkın olsun. o dinleyici ki sevdiği sanatçının mepeüçünü indirdi, sabahlara kadar bilgisayar fanı sesiyle uyudu, youtube’dan vidyolarını favoriledi.” ama işte işin gerçeği bu mu? lütfen kendimize dev aynasında değil, boy aynasında bir bakalım. önemli olan, insanın arkadaşına önerirken bile sevgilisini sahiplenen biri edasında bahsettiği müzikçilerin konserine gitmesi mi; yoksa bütün bu eylemlerden uzak olarak konser(in)e gittiğinde ‘dinlemeyi bilmesi’ mi? evet evet, tuvalet terbiyesi gibi bir şey. insan evladı tuvalete yapmayı bilmese de en azından belli bir yaşta üzerine oturur, prosedürü yerine getirir. muhabbet boka sarmadan şunu belirteyim; bir konser olacak, her kiminse uzaktan yakından belki duydunuz belki duymadınız. bir şekilde gitmeye karar verdiniz (uzaktan uzağa hoşlandığınız kişinin de gideceğini öğrendiniz/arkadaşınız bir şarkılarını gönderdi/arkadaşınız gidecekken sizin de seveceğinizi düşündü ve sizi de çağırdı /sadece grubun ismine veya şarkı adlarına tav oldunuz/konser salonunun önünden geçerken öylesine içeri girmeye karar verdiniz vesaire vesaire.) gittiniz baktınız belki beğenmediniz, çıkarsınız. beğendiyseniz kalırsınız. önemli olan konseri kimlerin izlediği değil nasıl izlendiği. onun kurallarını da ben koyacak değilim. ama önceden dinleyip dinlemiyor olmak sanırım hiçbir şeyin ölçüsü değil. lütfen artık herhangi bir fikri olmadan ayakları kendisini hiç bilmediği sanatçıların konserlerine götüren insanları toplumumuzdan soyutlamayalım. nasıl ki horlayanları horlamıyoruz artık bu insanlar da aynı muameleyi fazlasıyla hak ediyor.  onlar yeni sesler keşfetmeyi soulseek’in search tuşundan ya da epitonic’in add to the radio tuşundan daha geniş bir olgu olarak görüyor. maalesef artık cd kitapçıklarındakileri okuyarak bilinmeyenleri gün ışığına çıkarmak gibi bir arayışımız yok. onun yerini başka şeylerle doldurmak zorundayız.

bundan sanırım 2 sene önce idi. ismini şimdi zikretmek istemediğim bir kadın şarkıcının iç dekorasyonu topkapı surlarından apartılmış gibi görünen babylon isimli konser mekanına gelmesi söz konusu idi. sponsorların davet listelerini kabarttıkça kabartmakta bir mahzur görmemeleri sonucu anca bir avuç insan diye nitelenebilecek bir derintinin izleyebildiği bir konser gerçekleşmişti. ben buna katılamadım. biletler tükenmişti. konser sonrası birçok “alakasız” kişinin konserde bulunduğundan bahsettiler. ve onlara rağmen (halka rağmen halk için konser anlayışı) yine de iyi geçtiğinden. dünya gözüyle görmek istediğim nadir müzisyenlerden biriydi o konseri veren. yine de o insanlara kızamıyorum. biletleri nasıl bitirdiklerine, davetiyelerin nasıl havada uçuştuğuna kızamıyorum. benim dinlemeye doyamadığım, çok dinlersem belki benim için monotonlaşır diye düşünerek sürekli dinlemekten kaçındığım o müzisyeni belki benim yerime daha adını hiç duymamış biri, orada 2 saat canlı olarak izledi. kendisini kıskanmadığımı söylersem yalan olur. ama şu an tek umudum belki bu kişinin, o konserde benim o çok sevdiğim müzisyene saygısızlık olmasın diye, alkolün de bütün o aklı baştan alan etkisine rağmen, o şarkıları dinleyip oradan hayatına güzel bir şeyler ve yeni bir şeyler katmanın verdiği ufak bir mutlulukla çıkmış olabileceği. tesadüflere inanan birinin açıklamalarıdır bunlar, başka bir şey değil. 

Etiketler: , ,

19 Ekim 2008 Pazar

Chelsea On The Rocks


Filmekimi vesilesiyle bir ukte daha doldu. Dolmasa daha iyiydi diyorum şimdi ama, olan oldu bir kere sevgili okuyucu...

Filmden aklımda kalan tek güzel enstantane, birinin -onun da kim olduğunu hatırlamıyorum-, Chelsea Hotel'le ilgili, "onu Chelsea Hotel olarak okumayacaksınız, kısaca Hot C. ya da Hotel Che, Che Guevara gibi" yorumunu yapması.
Bir de güzel bir detay; konuşmacılarla yapılan sohbetlerde, bir konuşmadan diğerine geçilirken söyleyenin lafının tamamen bitmesi beklenmemiş, konuşanın sesi azalırken, bir sonrakinin sesi onun üstüne yükselmiş. Bu da, sanki otelin koridorlarında gezinirken, bir odanın önünden geçerken ordan gelen seslere kulak kabartmamız, adımlarımıza devam edip diğer odanın önüne gelirken geride kalanın sesinin yavaş yavaş duyulmamaya başlaması ve yeni bir konuşmaya kulak kabartmaya başlıyor olmamızla özdeşleştirilmek istenmiş. O sohbetleri dinlerken/izlerken sanki otelin koridorlarında geziniyoruz ve sırayla odalara kulak kabartıyoruz, muhabbetlere tanık oluyoruz gibi hoş bir hava. Ben bunu sevdim filmde.
Onun dışında, aklıma gelenler hep menuniyetsiz yorumlar. Onlardan dem vurmayacağım tabi ki ama, filmde Leonard Cohen'in L'sinin bile zikredilmiyor oluşunu ben nasıl sindireyim? Chelsea Hotel demişken, o hüzünlü sesiyle "i remember you well..." dizesiyle başlasın, bir de beyaz perde vesilesiyle içimi titretsin diye bekledim, ama nafile...
Aceleye gelmiş bir belgesel olmuş bu, kanımca. Bir şeyler değil de, çok şeyler eksik kalmış. Keşke izlemeseymişim de, aklımın bir köşesinde gözümde büyüttüğüm haliyle kalsaymış bu belgesel.


O değil de, En Mand Kommer Hjem'ın müzikleri şahaneydi. Aramakta taramaktayım, halen ve halen ...
Bu da benim miniminnacık Filmekimi 2008 kritiğim olsun. Şimdi, aklıma gelmişken, şunu da eklemekte fayda görüyorum; tüm zamanların (Faust konseri bonusuyla birlikte) en bol Erdem Abi'li Filmekimi oldu bu, öyle değil mi üstad?

Etiketler: , , , ,