27 Aralık 2008 Cumartesi

Now is the time for your tears



İzlenemiyorsa, buradan.

Etiketler:

17 Aralık 2008 Çarşamba

No Future!


Bugün posta kutuma düşmüş en anlamlı şeylerden biriydi bu. Bazı şeyleri düşünüp de anlatamıyorsak düzgün cümlelerle, işi bunu yapabilenlere bırakmak gerekiyor. Sözü Gün Zileli'ye veriyorum.

----------------------------------------------------------------------------------

1980’lerde, Punk hareketi, “No Future!” (gelecek yok) sloganıyla vurmuştu isyanını açığa. Neydi bu sloganın anlamı? Modernist üretimci ana akım (ki bu ana akıma sosyalistler, komünistler ve hatta kısmen bir muhalif kanat olarak anarşistler de dahildi) insan mutluluğunu devamlı olarak geleceğe ertelemiş ve toplumu bu gelecek vaadiyle üretime sürmüştü. İşte Punklar “No Future” diyerek bu aldatmacaya isyan etmişti.

Son derece ironiktir ki, kapitalizm, içine girdiğimiz (ve galiba sonuna yaklaştığımız) yeni dönemde, punkların bu keskin, acı ve alaycı sloganını fiiliyatta gerçeğe dönüştürdü. Üretime ve tüketime sürülen ve atomize edilen kapitalist toplumlarda artık, özellikle yeni yetişen gençlik için gelecek diye bir şey yok. Kapitalizm, aşırı uzmanlaşmaya dayanan üretim teknikleriyle iş alanında istihdamı asgariye indiriyor, tamamen paranın hâkimiyetine dayanan üst derecede uzman yetiştirmeye yönelik bir eğitimi devreye sokuyor, böylece gençliği, hatta yüksek öğretim gören gençliği hiçbir geleceği olmayan, atomize olmuş potansiyel işsizler ordusuna dönüştürüyor.

Kapitalizmin bu geleceksiz işsiz yığınlarına bulduğu tek çare sosyal devlet. Sosyal devlet, kapitalizmin atomize ettiği, gelecekten yoksun bıraktığı bu potansiyel işsizler ordusunun tehlikeli bir sosyal patlama unsuruna dönüşmesini önlemek üzere devreye giriyor, bu kitleyi sosyal yardımlarla kıt kanaat yaşatarak tehlikenin önünde bir baraj oluşturuyor.

Evet ama kriz gelip kapıya dayandı ve sosyal devlet, yine kapitalizmin ihtiyaçlarına paralel olarak kırpılıp durmaktadır. Öte yandan, sosyal devletin kapatamadığı gedikler şimdiden net bir şekilde görülmektedir: işte üç yıl önceki Fransa, işte bugünkü Yunanistan.

Fransa, kapitalizmin bilinen atomizasyonuna ve gençliği geleceksiz bırakmasına ek olarak, bir de kendi eski sömürge nüfusundan gelen gençleri ve göçmenleri, bırakın gelecekten yoksun bırakmayı, bugünkü yaşam olanaklarından bile yoksun bırakan bir gettolaştırma veya gettolara hapsetme siyaseti izlemişti. Bu gettolardaki gençler, hem gelecekten, hem de topluma ilişkin her şeyden, kültürden de yoksun bir şekilde bu gettolarda yaşamaya (buna yaşamak denirse) mahkûm edilmişti. Dışlanan ve sürülen bu gençler, kendi aralarında bir alt kültür oluşturup ayaklandı, ne var ki, ayaklanmaları umudun değil, umutsuzluğun ürünüydü. Yanan arabaların alevleri bu gençlerin her türlü yaşam umudunu da yakıp kül ediyordu sanki.

Bugün ayaklanmanın Avrupa’nın diğer kapitalist ülkelerinde değil de Yunanistan’da başlamasının nedeni, Yunanistan’ın sosyal devletinin Avrupa’daki en zayıf sosyal devleti olmasıdır kanımca. Kapitalizm bu ülkede de diğer kapitalist ülkelerde olduğu gibi insanları atomize edip geleceksiz bırakmış, ancak bu noktada devreye giren sosyal devlet, diğer Avrupa ülkelerinden farklı olarak, sosyal uyuşturma görevini yapamayacak ölçüde zayıf kalmıştır.

Öte yandan, Yunanistan’daki ayaklanma Fransa’dan önemli farklılıklar içermektedir. Buradaki ayaklanma, henüz yeni bir toplum oluşturma deneylerine dönüşmüş olmasa da, umutsuzluğun değil, umudun parladığı, hatta tüm dünyaya da taze umut aşılayan bir ayaklanmadır. Çünkü burada ayaklananlar umutsuz ve geleceksiz getto gençleri değil, geleceksizliğin bilincinde ve bu yüzden de kendi geleceğini tayin etme umudu olan her sınıf ve katmandan gençlerdir. Hatta bu ayaklanma gençlerle de kısıtlı değildir. Toplumun bütün sınıflarını sardığı ölçüde toplumsal bir umut olma potansiyeli taşıyan bir sosyal patlamadır.

Bazı arkadaşlar, Türkiye’de polis o kadar insan öldürüyor, bizde neden olmuyor böyle bir tepki diye soruyor. Polis baskısının kanıksanmış olması, 12 Eylül’ün etkisi gibi etkenleri bir yana bırakırsak, bana kalırsa, Türkiye’nin henüz bir Yunanistan’a dönüşememesinin nedeni, geleneksel cemaat yapılarının ve aile dayanışmasının kapitalizm tarafından henüz yeterince çözülmemiş olmasıdır. Evet kapitalizm, Türkiye’de de insanları atomize ediyor, insanları işsiz, gençleri geleceksiz bırakıyor, üstelik Türkiye’de, Yunanistan’daki kadar bile bir sosyal devlet yok. Evet ama Türkiye’de cemaat, köy ve aile dayanışması, Yunanistan’daki kadar çözülmüş ve ortadan kalkmış değil. Kapitalizmin yarattığı atomizasyona karşı insanların hâlâ sığınacakları bir aileleri, bir köyleri, bir cemaatleri, akrabaları var. Eğer bu olmasaydı, Türkiye’deki sosyal patlama, Yunanistan’dan bile çok daha şiddetli olabilirdi. Sorunu insanların korkaklığı ya da gevşekliği vb. gibi karakter özellikleriyle açıklamak sosyolojik bir çözüm olarak pek o kadar açıklayıcı değil.

Peki, ne olacak Yunanistan’da? Daha doğrusu ne olmasını bekliyoruz? Tabii herkesin beklentisi farklı olabilir. Ama devrimci bir bakış açısından, Galya Horozu’nun Yunanistan’da ötmeye başladığını, o tatlı ötüşün kulaklarımıza güzel bir şarkı gibi ulaştığını söyleyebiliriz. Evet ama bu kadarı yeter mi? Şimdi, gazeteler kızıl kara bayraklı anarşistlerden söz ediyor, öyle ki, Türk medyasında, bugüne kadar görmezden geldikleri anarşistlerle röportaj yarışı bile başlamış durumda. Anarşistlerin bu ayaklanmada önemli bir rol oynadığı bir gerçek. Ayaklanma kültürünü canlı tutan bugüne kadar anarşistler oldu. Stalinist gelenekten gelen Yunan Komünist Partisi ise, “provakatörler” diye ferlyadı basıyor her zamanki gibi.

Evet ama iş ayaklanma kültürüyle bitmiyor. Bakunin’in ünlü, “yıkma güdüsü aynı zamanda yapıcı bir güdüdür” sözü bugüne kadar daha çok, “yıkarsan yaparsın da” biçiminde anlaşıldı. Bu o kadar yanlış değil ama eksik. İşin bir de şu yanı var. Yapma umudu varsa yıkmak da kolaylaşır. Bugün görüldüğü kadarıyla hareketin yıkma gücü var ama yapma yönü zayıf.

Bunu biraz daha açayım. Nedir yıkılması gereken? Üretim toplumu, tüketim toplumu, kâr toplumu, silah ve şiddet toplumu. İşte bunların yıkılması, yerine şunların konması gerekiyor: asgari üretim, asgari tüketim, asgari çalışma (kapitalizmin kâr sistemi olmasa günde iki saatlik bir çalışmayla bu dünya cennet olur aslında), kâr yerine dayanışma ve işbirliği, karşılıklı yardımlaşma, tüm silâhların ve şiddet araçlarının imha edildiği bir toplum. Evet ama bütün bunların yapılabilmesi insan unsuruna bağlı. İnsan unsurunun değişimi de devasa bir kültürel devrimi gerektiriyor. İşte 68’in büyüklüğü buradan geliyor. 68, “Never work” (asla çalışma) sloganını atarak iki yüz yıldır aynı yönde akan toplumların önüne yeni bir yol çağrısıyla çıktı. İşte böyle büyük bir değişim gerekiyor. 1968’de de anarşistlerin büyük rolü vardı ama böylesine çağ değiştiren bir sloganı anarşistler icat edemedi de, anarşizmden esinlenen sitüatiyonistler ortaya attı. Anarşizm, çeşitli ayaklanmalarda en önde yıkıcı bayraklarını yükseltirken yeni topluma ilişkin önerilerinde ne yazık ki yeterince başarılı olamadı. Bunda, anarşist “ata”lardan örneğin Proudhon veya Kropotkin’in de “üretimci” olmalarının rolü olabilir mi?

Her neyse, Yunanistan’daki ayaklanmanın ne yönde seyredeceğini göreceğiz. Belki de ayaklanma ve öfke bir süreliğine yatışacak. Ama bu, ayaklanmanın durduğu anlamına gelmez. Bu toplumun, bu devleti ve bu sistemi kaldırmadığı ortaya çıktı. Bütün sorun, bu toplumun kendi yeni toplumun öğelerini adım adım örneklerle ortaya koymaya, yeni bir kültürel atılımın ve devrimin başlangıç adımlarını atmaya başlamasında.

 Gün Zileli


16 Aralık 2008

12 Aralık 2008 Cuma

250



2009'da çıkacak olan Bill Callahan'ın I Wish We Were An Eagle albümüne ait bir poster-->  http://farm4.static.flickr.com/3109/3090202661_f3c35bfd01_o.jpg

 B. C. üzerine hazırlanmış bir biyografi de albümden sonra basılacakmış. 

Etiketler:

10 Aralık 2008 Çarşamba

The Dø



Rüzgârlar kuzeyden hep soğuk esmiyor işte. Artık kuzeyli buzullu melankolik müziklerle derbeder olmanın statü sembolü sayıldığı müzik endüttürüsünde birdenbire karşımıza çıkan şuncağız The Dø, söyleyecek sözü olan, bi de bunları üşenmeden yazan besteleyen eğlenceli bir topluluk -iki çoğul bir sayıdır-

Zaman zaman dillendiremediğiniz “Daha önce karşılaş mıydık?” lakırdıları eşliğinde, kenarını bezini harmanladığı janrların divalarına benzetsek de hap gibi yutmanızı sağlayan akışkan bir müziğe sahipler. Acıtmadan zerk ettikleri eklektisizmi kâh darbukayla kâh Afrika ezgileriyle güzel bir senteze dönüştürmüşler.

Kişisel görüşüm, güfte beste yaratımında “Biz de kendimizce acılar çektik ama şu an hiç de halimize üzülemeyeceğiz” gibi bir hava seziliyor. Ülkemizde bu tırnak içinin sahiplerinin Demet Akalın ve muadilleri olması neden bu ikiliyi bu kadar tuttuğumu biraz daha açıklayabilir belki.

Ve fakat fon müziği olmayı hak etmeyecek kadar da aklıbaşında gençler. “Sevmek için çok geç, kaybetmek içinse çok erken” diye ikilemde kaldıysanız, kenarda kıyıda üç kuruş paranız da varsa cumartesi Yeni Melek’e!

Etiketler: , , , ,

23 Kasım 2008 Pazar

İstanbul animasyon festivali başlamış durumda. 21-30 kasım arası sürmekte. Ben anca gelecek haftasonu gidebileceğim :( Öğrencilere kısa olsun uzun olsun bütün fiyatlar 3 ytl. (sigaradan bahsediyormuşum gibiy)

Etiketler: , , ,

22 Kasım 2008 Cumartesi

Sesine Kurban.


Etiketler: , ,

10 Kasım 2008 Pazartesi

Kutsal Kortej'den Mektup ...


Farkına varmak canımı yine sıkmış, ama bu can sıkıntısının gelip geçiciliğine şüphe duymadığımdan yolumda yürümeye devam ediyorum.Yine karşıdan karşıya geçerken sağıma soluma bakmayı ihmal etmiyorum, sadece hevesim biraz geriden geliyor, onun dışında her şey dışarıdan o kadar normal ki. Uğraşma çabasından da elimi eteğimi çekmişim, sadece önüme bakıyorum. Arada sağdan soldan gözümün ucuna denk gelenler var. Onlar fazlasıyla gelip geçici. Ya da zorla gözümün ucuna sokulmaya çalış(ıl)anlar, onlar da etkisiz. 

Rutinimi bozacak bir heyecana karşı hissizim. Pencereden dışarı baktığım yok, sadece içerden duvarları seyretmek var. Bazen onlara karşı bile bir umursamazlık hakim soluduğum havaya. 

Kulağıma sırayla birileri bir şeyler fısıldıyor. Sıraya denk gelen de senelerdir en yakınım dediklerimden. İyi günümde kötü günümde, hastalığımda sağlığımda, ne zaman istersem benim yanımda olmuşlar, biliyorum ki olmaya da devam edecekler. Çünkü bu durumdan onlar da ben de çok memnunuz. Onların kortejleri eşliğinde çok defa gülmüş yüzüm, çok defa onları izliyim derken ayağım takılıp yere düşmüşüm, çok defa canım yanmış. Çok defa kortejlerine şahit olmaya başladığım andan itibaren kalbim karalara bürünmeye başlamış. Fısıltı başlayınca o "çok defa" rutinlerinden birini yaşıyorum diyorum kendi kendime. Hah diyorum, yine tanıdık çelmeler geliyor. Ama bu sefer bir farkındalık da baş gösteriyor. Bu korteje daha önce şahit olmuşum, ama detaylarını fark edememişim. Sadece boş bakmışım, ne izlediğimi anlamamışım. Şimdi fark eder oluyorum. Bir mektup tutuşturuyorlar elime, benden zorla okumamı ve anlamamı istiyorlar. Okuyorum, tekrar tekrar okuyorum. Zamanın ne hızla aktığından kopacak kadar kaptırıyorum kendimi. Kafamı yorduğum diğer sekmelerin hepsini bir bir kapatıyorum, bütün dikkatimi bu mektuba netliyorum. Sadece ses yetmez oluyor, bu şöleni bir de görüntüleriyle taçlandırmak istiyorum. Bir süre de görüntülerine kilitleniyorum bu mektupta anlatılan hikayenin. İçimde yaşadığım duygu seli beni aşıyor, odama doluyor, beni bir de dışarıdan sarıyor. Bu sele kendimi kaptırıp nereye savurursa oraya gitmekten en ufak tereddüt etmiyorum. Mektupta bahsedilenleri her okuyuşumda daha başka yorumluyorum, her defasında başka bir tarafını görmeye çalışıyorum. Saatlerimi bu mektuba harcıyorum, söylen(e)meyeler neymiş, neler yazılmış, neden geri dönül(e)memiş, bunları kendime göre yorumluyorum. Ne de olsa bu mektup bana geldi, ne yazıyorsa anlatılan odur diye bir durum yok, ben ne anlıyorsam anlatılan da odur. O yüzden fazlasıyla rahat ve biraz da şımarık bir üslupla yorumlarıma yorum katıyorum. Sonunda bu mektubun "arkadaş" olduğunu değil, "aracı" olduğunu düşünüyorum. Bana gösterdiği yolda ilerleyip vardığım sonuçlardan fazlasıyla tatmin olduğum için onu elçim olarak niteliyorum. Bir an geliyor, saatler süren yolculuğumuz bir şekilde nihayete eriyor...
...
Bana yoldaş oldukları için -bir kez daha- onlara teşekkür ediyorum. Onlar vazifelerini yerine getirmiş şekilde, yollarına devam ediyor, "görüşürüz" diyoruz, vedalaşıp ayrılıyoruz. Suratlarında muzip gülücükler, ben de onlara karşılık veriyorum. Nasıl olsa çok yakın zamanda görüşücez tekrar. Bunu ben de onlar da çok iyi biliyoruz. Seviyoruz birbirimizi. İyi ki varlar, iyi ki istediğim anda yanımda olup bana duymak istediklerimi fısıldıyorlar.

İstiyorum ki bu fısıltılarına hayatında hiç şahit olmamış kimse kalmasın, en azından bir kerecik bile olsa seslerini herkes duyabilsin. Herkese en az bir kere masal anlatsınlar istiyorum...





...

DİP NOTELLA :

Aylardır gündemi anlamsız yere meşgul eden, bir grup insanın sansürlemeye/susturmaya çalışma ve bundan bir türlü tam verim alamama süreçlerinde, sansürle(ye)medikleri bir tek kıçımızla başımızın kaldığı şu günlerde, hala çoğu kişinin bu videoyu herhangi bir tünel/aracı vs. olmaksızın izleyemeyeceğini bildiğimden şöyle bir yöntemi de paylaşayım:

Başlat + Çalıştır'a basıyoruz,
attrib -r -h -s C:\\WINDOWS\\system32\\drivers\\etc\\hosts yazıp Enter diyoruz.
Tekrar Başlat + Çalıştır'a basıyoruz,
C:\WINDOWS\system32\drivers\etc\hosts yazıp Enter diyoruz.
Birlikte aç penceresinden Notepad'i seçiyoruz.
Açılan dosyanın en alt satırına 208.117.236.70 youtube.com ve 208.117.236.70 www.youtube.com satırlarını alt alta yazıyoruz, "kaydet" diyip dosyayı kapatıyoruz.
Son olarak Başlat + Çalıştır'a basıyoruz,
attrib +r +h +s C:\\WINDOWS\\system32\\drivers\\etc\\hosts yazıp Enter diyoruz.
Böylece artık bir aracı olmaksızın http://www.youtube.com/ sitesine girebiliyor oluyoruz.

Ha bunu yapmaya üşendiniz ya da otör Ivan size güven telkin etmedi bu yöntemi uygulamak istemediniz, o zaman bir şekilde youtube'a erişip "The Black Heart Procession - The Letter" yazıp videonun seyrine doyuyorsunuz.
Her türlü duygu seline kapılıp gitmek serbest.

Etiketler: , ,

28 Ekim 2008 Salı

express yourself.


ilk gittiğim konser (izlediğim değil) madonna’nınki idi. 1993 yılında girlie show turnesi maksadıyla istanbul’a da arz-ı endam eden mıdaana, muhtemelen türk insanının coşku ve eğlenceden erör üstüne erör vermesine sebep olmuş bir konserle “bu diyardan madoğna da geçti” dedirtmiştir. o akşam konserin bitimine yakın kapıları açıp isteyenin girmesine izin verilmiş ki oracıktan geçen benim sevgili ebeveynlerim de bunu fırsat bilip o terli ve kımıl kımıl güruhun içine, beni kapının orada bırakarak, dalmışlardır. o zamanlar birinci sınıfa giden terütaze bir yavrucak olan ben şu an, o, gecenin içinde endinden geçmiş o kitleyi hayal meyal hatırlıyorum. aslında hatırladığım bu konser, müziği hakkında en ufak bir fikir sahibi olmadan oldukça cüretkar bir şekilde bu sosyal olaya katılmakta mahzur görmediğim ilk konserimdi. hayatımda izlediğim ikinci konser, nükhet duru’nun taksim meydanında verdiği bir konserdi ki o da hemen hemen bu kategoriye girebilir. şimdi bana diyebilirsiniz, “behey kendini bilmez! behey konserlerde başıboş bir şekilde boy gösterip kuru karabalık yaratan! sen kimsin ki o müziğin dinleyicisinden önce o salona girme hakkın olsun. o dinleyici ki sevdiği sanatçının mepeüçünü indirdi, sabahlara kadar bilgisayar fanı sesiyle uyudu, youtube’dan vidyolarını favoriledi.” ama işte işin gerçeği bu mu? lütfen kendimize dev aynasında değil, boy aynasında bir bakalım. önemli olan, insanın arkadaşına önerirken bile sevgilisini sahiplenen biri edasında bahsettiği müzikçilerin konserine gitmesi mi; yoksa bütün bu eylemlerden uzak olarak konser(in)e gittiğinde ‘dinlemeyi bilmesi’ mi? evet evet, tuvalet terbiyesi gibi bir şey. insan evladı tuvalete yapmayı bilmese de en azından belli bir yaşta üzerine oturur, prosedürü yerine getirir. muhabbet boka sarmadan şunu belirteyim; bir konser olacak, her kiminse uzaktan yakından belki duydunuz belki duymadınız. bir şekilde gitmeye karar verdiniz (uzaktan uzağa hoşlandığınız kişinin de gideceğini öğrendiniz/arkadaşınız bir şarkılarını gönderdi/arkadaşınız gidecekken sizin de seveceğinizi düşündü ve sizi de çağırdı /sadece grubun ismine veya şarkı adlarına tav oldunuz/konser salonunun önünden geçerken öylesine içeri girmeye karar verdiniz vesaire vesaire.) gittiniz baktınız belki beğenmediniz, çıkarsınız. beğendiyseniz kalırsınız. önemli olan konseri kimlerin izlediği değil nasıl izlendiği. onun kurallarını da ben koyacak değilim. ama önceden dinleyip dinlemiyor olmak sanırım hiçbir şeyin ölçüsü değil. lütfen artık herhangi bir fikri olmadan ayakları kendisini hiç bilmediği sanatçıların konserlerine götüren insanları toplumumuzdan soyutlamayalım. nasıl ki horlayanları horlamıyoruz artık bu insanlar da aynı muameleyi fazlasıyla hak ediyor.  onlar yeni sesler keşfetmeyi soulseek’in search tuşundan ya da epitonic’in add to the radio tuşundan daha geniş bir olgu olarak görüyor. maalesef artık cd kitapçıklarındakileri okuyarak bilinmeyenleri gün ışığına çıkarmak gibi bir arayışımız yok. onun yerini başka şeylerle doldurmak zorundayız.

bundan sanırım 2 sene önce idi. ismini şimdi zikretmek istemediğim bir kadın şarkıcının iç dekorasyonu topkapı surlarından apartılmış gibi görünen babylon isimli konser mekanına gelmesi söz konusu idi. sponsorların davet listelerini kabarttıkça kabartmakta bir mahzur görmemeleri sonucu anca bir avuç insan diye nitelenebilecek bir derintinin izleyebildiği bir konser gerçekleşmişti. ben buna katılamadım. biletler tükenmişti. konser sonrası birçok “alakasız” kişinin konserde bulunduğundan bahsettiler. ve onlara rağmen (halka rağmen halk için konser anlayışı) yine de iyi geçtiğinden. dünya gözüyle görmek istediğim nadir müzisyenlerden biriydi o konseri veren. yine de o insanlara kızamıyorum. biletleri nasıl bitirdiklerine, davetiyelerin nasıl havada uçuştuğuna kızamıyorum. benim dinlemeye doyamadığım, çok dinlersem belki benim için monotonlaşır diye düşünerek sürekli dinlemekten kaçındığım o müzisyeni belki benim yerime daha adını hiç duymamış biri, orada 2 saat canlı olarak izledi. kendisini kıskanmadığımı söylersem yalan olur. ama şu an tek umudum belki bu kişinin, o konserde benim o çok sevdiğim müzisyene saygısızlık olmasın diye, alkolün de bütün o aklı baştan alan etkisine rağmen, o şarkıları dinleyip oradan hayatına güzel bir şeyler ve yeni bir şeyler katmanın verdiği ufak bir mutlulukla çıkmış olabileceği. tesadüflere inanan birinin açıklamalarıdır bunlar, başka bir şey değil. 

Etiketler: , ,

19 Ekim 2008 Pazar

Chelsea On The Rocks


Filmekimi vesilesiyle bir ukte daha doldu. Dolmasa daha iyiydi diyorum şimdi ama, olan oldu bir kere sevgili okuyucu...

Filmden aklımda kalan tek güzel enstantane, birinin -onun da kim olduğunu hatırlamıyorum-, Chelsea Hotel'le ilgili, "onu Chelsea Hotel olarak okumayacaksınız, kısaca Hot C. ya da Hotel Che, Che Guevara gibi" yorumunu yapması.
Bir de güzel bir detay; konuşmacılarla yapılan sohbetlerde, bir konuşmadan diğerine geçilirken söyleyenin lafının tamamen bitmesi beklenmemiş, konuşanın sesi azalırken, bir sonrakinin sesi onun üstüne yükselmiş. Bu da, sanki otelin koridorlarında gezinirken, bir odanın önünden geçerken ordan gelen seslere kulak kabartmamız, adımlarımıza devam edip diğer odanın önüne gelirken geride kalanın sesinin yavaş yavaş duyulmamaya başlaması ve yeni bir konuşmaya kulak kabartmaya başlıyor olmamızla özdeşleştirilmek istenmiş. O sohbetleri dinlerken/izlerken sanki otelin koridorlarında geziniyoruz ve sırayla odalara kulak kabartıyoruz, muhabbetlere tanık oluyoruz gibi hoş bir hava. Ben bunu sevdim filmde.
Onun dışında, aklıma gelenler hep menuniyetsiz yorumlar. Onlardan dem vurmayacağım tabi ki ama, filmde Leonard Cohen'in L'sinin bile zikredilmiyor oluşunu ben nasıl sindireyim? Chelsea Hotel demişken, o hüzünlü sesiyle "i remember you well..." dizesiyle başlasın, bir de beyaz perde vesilesiyle içimi titretsin diye bekledim, ama nafile...
Aceleye gelmiş bir belgesel olmuş bu, kanımca. Bir şeyler değil de, çok şeyler eksik kalmış. Keşke izlemeseymişim de, aklımın bir köşesinde gözümde büyüttüğüm haliyle kalsaymış bu belgesel.


O değil de, En Mand Kommer Hjem'ın müzikleri şahaneydi. Aramakta taramaktayım, halen ve halen ...
Bu da benim miniminnacık Filmekimi 2008 kritiğim olsun. Şimdi, aklıma gelmişken, şunu da eklemekte fayda görüyorum; tüm zamanların (Faust konseri bonusuyla birlikte) en bol Erdem Abi'li Filmekimi oldu bu, öyle değil mi üstad?

Etiketler: , , , ,

13 Eylül 2008 Cumartesi

Cut Your Hair

Darlin' don't you go and cut your hair
Do you think it's gonna make him change?
"I'm just a boy with a new haircut"
And that's a pretty nice haircut
Charge it like a puzzle, hit me wearing muzzles
Hesitate to die, look around, around, the second drummers drowned
His telephone is found

Music scene is crazy, bands start up each and every day
I saw another one just the other day
A special new band
I remember lying
I don't remember lies
I don't remember what
But I don't care, I care, I really don't care
Did you see the drummers hair?

Advertising looks and chops a must
No big hair!!
Songs mean a lot
When songs are bought
And so are you-Bitch, rant down to the practice room
Attention and fame so
Career, career, career....

Etiketler: , ,